GONULAHVALLERI
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Tasavvuf ve hak dostları
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap
Ana sayfa yap
https://hak-dostu.yetkin-forum.com/
Arama
 


 Sonuç :
 
Rechercher çıkıntı araştırma
En iyi yollayıcılar
bosdunya (631)
NEFİS TERBİYESİ Vote_lcapNEFİS TERBİYESİ Voting_barNEFİS TERBİYESİ Vote_rcap 
GOKHAN (448)
NEFİS TERBİYESİ Vote_lcapNEFİS TERBİYESİ Voting_barNEFİS TERBİYESİ Vote_rcap 
DELİDERVİS (265)
NEFİS TERBİYESİ Vote_lcapNEFİS TERBİYESİ Voting_barNEFİS TERBİYESİ Vote_rcap 
kelebek (147)
NEFİS TERBİYESİ Vote_lcapNEFİS TERBİYESİ Voting_barNEFİS TERBİYESİ Vote_rcap 
CANAN-2121 (87)
NEFİS TERBİYESİ Vote_lcapNEFİS TERBİYESİ Voting_barNEFİS TERBİYESİ Vote_rcap 
mustafa (73)
NEFİS TERBİYESİ Vote_lcapNEFİS TERBİYESİ Voting_barNEFİS TERBİYESİ Vote_rcap 
ayşem44 (19)
NEFİS TERBİYESİ Vote_lcapNEFİS TERBİYESİ Voting_barNEFİS TERBİYESİ Vote_rcap 
asil (4)
NEFİS TERBİYESİ Vote_lcapNEFİS TERBİYESİ Voting_barNEFİS TERBİYESİ Vote_rcap 
ÖZGE (3)
NEFİS TERBİYESİ Vote_lcapNEFİS TERBİYESİ Voting_barNEFİS TERBİYESİ Vote_rcap 
yusufelosman (3)
NEFİS TERBİYESİ Vote_lcapNEFİS TERBİYESİ Voting_barNEFİS TERBİYESİ Vote_rcap 

DELİDERVİS

---SELAMÜNALEYKÜM---

SİTEMİZ PAYLAŞIM SİTESİDİR FAKAT ÜYELERİMİZİN HİC BİR PAYLAŞIMDA BULUNMAMASI BİZİ DERİNDEN ÜZ MEKTEDİR...

---ALLAH (cc) YAR VE YARDIMCINIZ OLSUN---

DELİDERVİŞ


 

NEFİS TERBİYESİ

Önceki başlık Sonraki başlık Aşağa gitmek 
Yazar Mesaj
DELİDERVİS
Admin
Admin
DELİDERVİS

Erkek
Yaş : 55 Kayıt tarihi : 09/01/09 Mesaj Sayısı : 265

NEFİS TERBİYESİ Vide
MesajKonu: NEFİS TERBİYESİ   NEFİS TERBİYESİ Icon_minitimeCuma Şub. 27, 2009 9:50 pm

Bu hususta Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
"Nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü hem de ondan sakınmayı ilham edene yemin olsun ki, nefsini tertemiz yapan kurtuluşa ermiş, onu (cehalet ve günahlar ile) mâsiyetlere gömen de ziyan etmiştir." (eş-Şems, 7-10)


Âyet-i kerîme muktezâsınca ancak Allah'ın temizlediği, yâni günahlardan arınmış, feyz ve takva ile terbiye olunmuş kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir. Hak Teâlâ'nın:21

"(Salih) kullarımın arasına katıl ve cennetime gir." (el-Fecr, 29-30) âyetindeki beşareti de yine bu mes'ûd kullar hakkındadır.
Diğer bir âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak:

"Gerçekten temizlenen ve Rabbinin ismini zikredip O'na kulluk eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir." (el-A'lâ, 14-15) buyurur.

Ayrıca âyet-i kerîmedeki sıralama da câlib-i dikkattir. Şöyle ki:

- Önce kalb, beden ve malı menfiliklerden güzelce temizlemek,

- Bu sayede Rab ile kul arasına giren gaflet perdelerini kaldırıp atmak,

- Sonra da helâl gıdalarla beslenmiş bir beden ve zâkir bir kalb ile huşu içerisinde tam bir ibâdet iklîmine girerek gönlü ruhanî lezzetlerle tezyîn etmektir. Müfessir Bursevî'nin beyânı veçhile:

"Bu âyette, şeriate aykırı işlerden nefsi temizlemeye, kalbi dünyâ sevgisinden arındırmaya, gücü nisbetinde Allah'a yönelmeye, hattâ Allah'tan başkasını hatırlamaktan bile sakınmaya işaret vardır."
Nitekim Allah dostlarından Ebû Bekir Kettânî -kuddise sirruh-'a ölüm döşeğindeyken ne gibi bir ameli olduğu sorulduğunda, bu umdelerin adetâ fiilî bir numunesi mâhiyetinde şu güzel sözlerle mukabele etmiştir:

"- Ölümüm yakın olmasa, riya olacağı endişesiyle size amelimden bahsetmezdim. Tam kırk yıl kalbimin kapısında bekçilik yaptım. Onu Allah Teâlâ'dan başkasına açmamaya çalıştım. Kalbim o hâle geldi ki, Allah'tan başkasını tanımaz oldum."

İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-, yukarıdaki âyette geçen "tezekkâ" kelimesini, "Kişinin Lâ ilâhe illallah! demesidir." şeklinde tefsir eder. (Kurtubî, el-Câmî, xx, 22) Zîrâ tezkiyede ilk adım, kalbin küfür ve şirkten temizlenmesidir.

Nitekim kelime-i tevhîd, önce nefy ile başlar. Yâni "Lâ ilâhe" diyerek kalbden adetâ put hâline gelmiş nefsânî hevesler, çirkin ahlâk ve huylar çıkarılır. Sonra isbâta geçilir. Yâni "İllâllâh" demek suretiyle, bir nazargâh-ı ilâhî durumunda olan kalb, Allah Teâlâ'nın tevhîd nûrlarıyla doldurulur.Şâir bu gerçeği ne güzel ifâde eder:
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak
Pâdişah girmez saraya hâne mâmûr olmadan
"Gönül sarayından Allah'tan gayrı ne varsa hepsini çıkar. Zirâ hâne mâmur olmadan pâdişâh, sarayı teşrif etmez."
Tezkiyenin ehemmiyeti sadedinde İbrahim Desûkî -kuddise sirruh- şöyle buyurur:

"- Ey oğlum! Gündüzlerini oruçla, gecelerini namazla geçirsen, temiz bir iç âlemine ve Hak ile hâlis bir muameleye de sahip olsan, sakın benlik iddiâsında bulunma! Sakın gurura mağlûb olup nefsin kandırmasına aldanma. Zîrâ nice derviş, nefsinin hevâsına kapılıp helak oldu."
Hâtem-i Esamm -kuddise sirruh- da şöyle diyor: "Muhteşem konaklara, verimli bağ ve bahçelere aldanma. Cennetten daha güzel bir yer yoktur. Fakat Hazret-i Âdem'in başına ne geldiyse, cennetin o sonsuz güzellikleri içindeyken geldi. Nefsi orada ebedî kalmak istedi. Yasak meyvaya yaklaştı. Murâd-ı ilâhî îcâbı, dünyâya indirilmekle cezalandırıldı.
İbâdet ve kerametinin çokluğuna aldanma. Zîrâ sâhib olduğu bunca keramete rağmen, Allah -celle celâlühû-'nun kendisine ism-i âzami öğrettiği Bel'am bin Baura'nın (Bkz. A'raf Sûresi, 175-176. âyet-i kerîmeler.) başına gelen hazîn akıbet, ne kadar ibretlidir. Sen, sen ol; ilim ve amel çokluğuna da aldanma. Çünkü onca ilim ve tâatine rağmen iblisin başına neler geldi, bilmiyor musun?! Nefs ve şeytanın iğvâsıyla aldananlardan olma!
Nitekim kullarına merhameti sonsuz olan yüce Rabbimiz, âyet-i kerîmelerde şeytanın hîle ve tuzaklarına karşı îkaz sadedinde şöyle buyurur:
"İblis dedi ki: (Ey Rabbim!) Yemin ederim ki, beni azdırmana karşılık, ben de insanları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım." (el-A'raf, 16)

"(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!" (el-Hicr, 39)

Âbidlerin, zahirilerin yanında bulunuyorum diye de kendine güvenme. Zîrâ kuru kuruya bir beraberlik faydasızdır. Sâlebe (Sâlebe, önceleri mescidden ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sohbetlerinden ayrılmazken, mal-mülk sahibi olup dünyâ sevgisi gönlünde yer edince, zamanla cemaati terketmiş, farz olan zekatını bile vermekten imtina ederek hazîn bir akıbete duçar olmuştur. (Taberî, Tefsir, XIV, 370-372; İbn-i Kesir, Tefsir, II, 388)., Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sohbetinde duygusuzca bulunduğundan fecî bir akıbete uğradı.

Bir peygamber evlâdı olmasına rağmen Hazret-i Nuh'un oğlu, babasının davetinden kendisini müstağnî görmek gibi bir bedbahtlığa duçar oldu. Aralarındaki kan bağı dahî ona bir fayda vermedi. Netîcede, helak edilenlerden oldu.

Hazret-i Lût'un karısı, kâfir ve fâsıklara olan ünsiyet ve muhabbeti sebebiyle yanıbaşındaki hidâyet nurundan nasibsiz kaldı ve gaflet içerisinde küfrün karanlıklarına daldı.
Hülâsa; ilim, amel, mal, evlâd ve dost gibi ne kadar dayanak varsa âhiretteki kurtuluşun için bunlara çok güvenme! Bunlardan nefsine asla pay çıkarma."

Âyet-i kerîmede, "nefs engelini aşarak menfîliklerden arınanların kurtuluşa ereceği" ifâde buyuruluyor. Bu ifâdeden aynı zamanda "tezkiye olmayanların yâni benliklerini menfîliklerden arındırmayanların kurtuluşa eremeyecekleri" mânâsı ortaya çıkmaktadır. Cenâb-ı Hak

Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurur:

"...Sen ancak göremedikleri hâlde Rablerinden korkanları ve namaz kılanları uyarabilirsin. «Kim temizlenirse», sırf kendi faydasına temizlenmiş olur. Nihayet varış Allah'adır." (Fâtır, 18)
Âyet-i kerîmede, peygamberlerin ümmetlerini fecî akıbetlere dâir inzâr ve korkutmalarının, ancak görmedikleri hâlde kalbleri Allah'ın haşyeti ile dolu olan, namaz kılan ve zahirlerini ibâdet ile tezyîn etmiş bulunan kimselere fayda vereceği beyân buyurulmaktadır.

Günahkâr kişi, günâhının vebalini ancak kendisi çekecek ve kimse ona ortak olamayacaktır. İşlenen hayırlar da sâdece sahibine fayda verecektir. Temizlenen kimse de, kendi lehine temizlenecektir.
Âyetteki "tezekkâ", haşyetullâh ve namazı huşu ile kılmaya da şâmildir.
"Allah'tan gerçek mânâda ancak âlim olanlar haşyet duyar." (Fatır, 28) âyeti, kişinin gerçek bilgiye eriştiği ölçüde, Allah'a karşı kalbî ürperişler içinde olacağını ifâde eder. Rabbini bilmeyen ve ondan haşyet duymayan kimselerin kalbleri ölüdür. Böylelerine îkâz ve nasîhat tesir etmez.
Yâsîn Sûresi'nin yetmişinci âyetinde buyurulan "(Peygamber, Kur'ân ile kalbleri) diri olanları uyarsın diye..." beyânı da bunu anlatır. Yâni bâtında haşyet, zahirde de dosdoğru bir namaz olmalıdır.
Günahlardan temizlenmenin karşılığı, cennet ve onun yüksek dereceleridir. Âyet-i kerîmede buyurulur: "Kim de sâlih amellerde bulunmuş bir mümin olarak O'na varırsa, üstün dereceler işte sırf bunlar içindir. İçinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri! İşte arınanların mükâfatı budur." (Tâhâ, 75-76)

Allah'tan başkasına gönül bağlamaktan kurtulmanın karşılığı ise cennetin de ötesinde bir nâiliyyet olan Cemâlullâh nîmetidir ki, orada Allah Teâlâ'nın tariflere sığmayan güzellikteki cemâlinin tecellîleri temaşa edilir. Kim kendi irâde ve ihtiyarı ile ve hakkıyla Allah'a yönelirse, O'nun dışında bir düşüncesi kalmaz. Allah'ı tanımak, yâni mârifetullâh da, tezkiye edildikten sonra nefsin hakîkatini öğrenmekle başlar. "Nefsini bilen, Rabbini de bilir." hakîkati, bu mânâya tekabül etmektedir.
İşte insanlığın ekseriyetle maddeye ram olup nefsâniyet sultasında ruhlarını kararttığı günümüzde, nefsin süflî ihtiraslarından müstağnî kalabilen nûrânî zevatın rehberliğine olan ihtiyâcımız daha da şiddetlidir. Bu münâsebetle Hak dostu maneviyât sultanlarının, kalbleri ihya eden nasîhat ve tavsiyelerinden ve onların bir nümûne-i imtisal olan ibret ve hikmet dolu yaşayışlarından kendi nâmımıza hisseler almalıyız.

Millî târihimizin zahir planında olduğu kadar maneviyât âleminde de zirve şahsiyetlerinden biri olan Yavuz Sultan Selîm Han'ın, yolumuzu aydınlatmaya medar olabilecek şu davranışı ne kadar manidardır:
O, zaferlerden zaferlere nail olduğu Mısır Seferi'nden dönerken, İstanbul halkının kendisini büyük bir heyecanla beklediğini haber aldı. Bunun üzerine şehre yaklaşmış olmasına rağmen, ordusunu Çamlıca'nın arka eteklerinde konaklatarak hemen İstanbul'a girmedi. Nice muazzam ordulara gâlib gelmiş olan Sultan, nefsine mağlûb oluvermek korkusuyla bin-bir endîşeye bürünerek lalası Hasan Can'a:
"- Lala! Hava kararsın, herkes evlerine dönsün de ondan sonra İstanbul'a girelim. Fânîlerin alkışları, zafer takları ve iltifatları bizi nefsimize mağrur edip yere sermesin!.." dedi.
Nihayet akşam olup her yer karanlığa gömüldükten sonra, gizlice ve alâyişsiz bir şekilde şehre girdi. Zîrâ o, ihtişam ve saltanatın nefsi düşürebileceği tuzaklara karşı uyanık bir sultan idi. Bir velînin kudsî nefesiyle irşâd olunmanın, dünyâ saltanatından da kıymetli olduğunu ifâde eden şu beyti pek meşhurdur:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş
Her mümin, sık sık nefsiyle iç hesaplaşmaya girerek, onu sîgaya çekmeli; manevî vaziyetine ciddî bir şekilde çeki-düzen verip, gidişatını kontrol altına almalıdır. Buna ruhiyat ilminde "bâtınî tefahhus" (nefs muhasebesi) denilir. İnsan, hiç olmazsa başını yastığa koyduğu her yirmi dört saatte bir, o günün muhasebesini yapmalı ve kendini sîgaya çekmelidir. Bunu alışkanlık hâline getirenlerin hatâda ısrar illetinden kurtulabilmeleri kolaylaşır.

Bu hususta İmâm Gazâlî Hazretleri'nin şu nasîhatlerine kulak verelim:
"Bir mümin, sabah namazını kıldıktan sonra ve güne başlamadan evvel, bir süre nefsi ile başbaşa kalıp, onunla bâzı muahedeler yapmalı ve birtakım şartlar üzerinde anlaşmalıdır. Nitekim bir tüccar da sermâyesini ortağına teslîm etmek mevkiindeyse onunla böyle muahedeler yapar. Bu arada ona bâzı ikâzlarda bulunmayı da ihmâl etmez. İnsan da nefsine şu îkâz ve telkinlerde bulunmalıdır:

«- Benim sermâyem ömrümdür. Ömrüm gidince anaparam da gider ve artık kâr ve kazanç sona erer. Fakat bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allah Teâlâ bu gün de bana müsâade ederek ikramda bulundu. Eğer beni öldürseydi, elbette bir günlüğüne de olsa geri gönderilip burada devamlı sâlih ameller ve çeşitli hayırlarda bulunmayı temennî edecektim. Şimdi kabul et ki öldürüldün ve geri çevrildin. O hâlde bugün günah ve mâsıyete katiyyen yaklaşma ve sakın ola ki bu günün bir ânını bile boşa geçirme. Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.
İyi bil ki bir gün, gece ve gündüzü ile yirmi dört saattir. Kıyamet günü insanoğlunun önüne her gün için yirmi dört tane kapalı kutu getirilir. Kutunun birini açıp, o saatte yaptığı amellerin mükâfatı olarak, içinin nur ile dolu olduğunu görünce, Allah'ın lütfedeceği mükâfatı düşünerek kul öyle sevinir ki, bu sevinci cehennem halkı arasında paylaşılsa, cehennemin acısını duymaz olurlardı. İkinci kutuyu açtığında, bundan karanlık ve pis kokular çıkar ki, bu da isyan ile geçirdiği saattir. Buna da öyle üzülür ki, eğer bu üzüntü cennet halkına dağıtılsaydı, kederlerinden cennetin zevkini kaybederlerdi.

Üçüncü bir kutu daha açılır ki içi tamamen boştur. Bu da uyku veya mubah şeylerle geçirdiği saattir. Fakat küçük bir hayrın ecrine dahî şiddetle ihtiyâç duyulan o günde, imkânı olduğu hâlde büyük bir kazancı kaybeden tüccarın hasreti gibi ve belki çok daha fazla yanar ve o saati boşa geçirmesinin acısıyla kıvranır.

O hâlde; Ey nefsim! Fırsat eldeyken sandığını iyi doldur, sakın boş bırakma. Tembelliğe düşme, sonra yüksek derecelerden düşersin.»"
Bedenin azaları da, nefsin yardımcıları mevkiindedir. İnsan, onlara vazîfelerine göre husûsî tavsiyelerde bulunmalı, bu emânetleri kötü işlere bulaştırmamayı nefsine telkîn etmelidir. Gözü; haramlara ve kalbi meşgul edecek faydasız, boş şeylere bakmaktan men etmeli, Dili; "âfât-ı lisân" tâbir olunan dedikodu, gıybet, iftira, yalan, söz taşıma, kendini övme, başkalarını yerme, yaltaklanma gibi mezmûm şeylerden alıkoyup dâima zikir ve hayır sözlerle meşgul etmeli, Mîdeyi; haram ve şüpheli gıdalardan sakındırıp, helâlleri de asgarî seviyede istîmâle alıştırmalıdır.
İnsan her hareketinde pek çok mubah şeylerle karşı karşıyadır. Gayesiz meşguliyetleri terk etmesi ise, en muvafık olanıdır. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:"Lüzumsuz şeyleri terk etmesi, kişinin iyi müslüman oluşundandır." (Tirmizî, Zühd, 11; İbn-i Mâce, Fiten, 12) buyurmuştur.

Yâni gerçek bir müminin konuşması zikir, bakışı ibret ve sükûtu tefekkür olmalıdır.

İşte nefs, bu gibi telkinlerle dâima gafletten uyanık tutulmalıdır.
Nefsi hesaba çekerken ihmâl edilmemesi gereken hususlardan biri de yaptığı amelin Allah için mi, yoksa nefsi için mi olduğunu yoklamaktır. Zîrâ insan, zaman zaman Allah için sâlih ameller işlediğini zannettiği hâlde, nefsânî duygularını tatmin için de hareket etmiş olabilir.
Nefs tezkiyesi neticesinde kalb, "selîm" hâle gelir. Kalb-i selîm merhalesinde şu üç hâl müşahede edilir:

1- Kimseyi incitmez. Bu, ittikâ ehlinin hâlidir. Kalb, nefsin şerrinden korunur. Güzel ahlâk teşekkül eder.

2- Kimseden incinmez. Bu da, muhabbet ehlinin hâlidir. Fânilerin medih ve yermeleri bir ehemmiyet ifâde etmez. Güneş ışığı karşısında aydınlatma ve karartmaların bir önemi olmayacağı gibi.
Şâir bu hâli şöyle ifâde eder:
Cihan bağında ey âşık budur maksûd-ı ins ü cin
Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin

3- Dünyâ menfaatiyle âhiret karşı karşıya gelince, âhireti tercih ederek rızâ-yı ilâhîyi hedefler.
Bütün bu söylediklerimizin hülâsası şudur:

Allah Teâlâ, bir imtihan âlemi olmasını murâd eylediği bu dünyada, her insanın önüne nefs engelini koymuş ve insanı, nefsin ortaya çıkaracağı güçlükleri yenerek muzaffer bir şekilde kendisine avdete memur eylemiştir. Nefs, hayra da şerre de vesîle olma istîdâdındaki bir vasıta hükmündedir. Dolayısıyla o, hem bir kazanç kapısı ve hem de kendisine tabî olunduğu takdîrde bir gayya kuyusudur. Nefsi tezkiyenin bereketi ise, dünyâda hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek derecede muazzamdır.

Cenâb-ı Hak cümlemizi nefsine galip gelenlerden eylesin! Âmin!
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://hak-dostu.yetkin-forum.com
DELİDERVİS
Admin
Admin
DELİDERVİS

Erkek
Yaş : 55 Kayıt tarihi : 09/01/09 Mesaj Sayısı : 265

NEFİS TERBİYESİ Vide
MesajKonu: NEF-Sİ EMMARE   NEFİS TERBİYESİ Icon_minitimeCuma Şub. 27, 2009 9:54 pm

Kulu, Rabbinden uzaklaştırarak kötülükleri işlemeye tahrîk eden en süflî durumdaki isyankâr nefstir. "Emmâre" çok emredici demektir. Bu sıfatı hâiz olan nefsin yegâne maksadı, hevâ ve heveslerini ölçüsüzce tatminden ibarettir. Şehvetin esîri, şeytanın avânesi olmuş; keyfine, zevkine, günâha düşkün olan nefstir.
Nefsin düşkünlükleri ve aşırı istekleri demek olan şehvetlere karşı her hangi bir mücâdele göstermemek, onun arzularına tabî olarak şeytanın yoluna uyup gitmek de, nefs-i emmâre seviyesinde bulunan kimselerin ahvâli cümlesindendir.
Aslında nefs-i emmâre, sahibine karşı şeytandan bile tehlikeli olabilmektedir. Nitekim bu hususu İbn-i Atâullâh el-İskenderî şöyle îzâh eder:
"... Sen asıl nefsinden kork! O nefs ki senin aleyhine çalışır. Üstelik ölünceye kadar da sahibinden hiç ayrılmaz. Oysa şeytan bile hiç olmazsa Ramazan ayında insandan ayrılır. Çünkü Ramazan'da şeytanlara kelepçe vurulur. Fakat buna rağmen Ramazan ayında da devam eden cinayet, hırsızlık ve ahlâksızlık vak'aları, şeytanın kandırmasından değil, nefsin azdırmasından ileri gelmektedir."
Cenâb-ı Hakk'ın:
"Muhakkak ki nefs, kötülüğü şiddetle emreder." (Yûsuf, 53) âyet-i kerîmesindeki beyânı, bu mertebedeki nefse dâirdir.
Diğer taraftan insanın manevî âlemdeki mevkii itibariyle nefs-i emmâre, hayvanât içerisindeki zehirli yılana teşbîh edilegelmiştir. Şüphesiz ki böyle bir teşbîhle, nefsin tehlikelerine ve fecî âfetlerine dikkat çekmek murâd edilmiştir. Nitekim şâir Nev'îzâde Atâî, bu hakîkati şöyle dile getirir:
Döndü ahlâk-ı zemîme mâre
Şâh-ı mârânı anın emmâre

«Her kötü ahlâk, bir yılana benzedi. Bu yılanların şahı da, nefs-i emmâre oldu.»
Bu yüzden akl-ı selîm sahibi her mümin, nefs-i emmâre ile daimî bir cihâd halindedir. Bu cihâdda akıl ve irâde kılıcını, gaflet kınına sokmaktan daha büyük bir ziyan düşünülemez. Zîrâ nefs, pek çok ulvîliklere mazhar olan nice kimselerin, bir anlık gafletlerinden istifâde ile, ebedî hüsran ve bedbahtlığına âmil olmuştur. Ancak Allah'ın yardım edip koruduğu ihlâslı kullar bundan müstesnadır.
Nitekim Mısır azîzinin hanımı Züleyhâ ile Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm- arasında geçen şu hâdise pek ibretlidir: Kur'ân-ı Kerîm'de bildirildiği üzere Yûsuf -aleyhisselâm büyüyüp gelişmiş, güzelliğiyle gösterişli bir genç olmuştu. Onun bu hâli, yaşadığı evin hanımı olan Züleyhâ'yı değişik düşüncelere sevk etmişti. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde bu hâdiseyi şöyle bildirir: "... Kadın, O'nun nefsinden murâd almak istedi. Kapıları sımsıkı kapattı ve: «- Sana söylüyorum; haydi beri gel!» dedi. O ise; «(Hâşâ), Allah'a sığınırım! Zîrâ kocanız benim velînîmetimdir; o bana güzel davrandı. (Bana güzel bir mevkî verdi). Gerçek şudur ki, zâlimler asla felah bulmaz!» dedi."
"Andolsun ki kadın onu elde etmeye iyice niyetlenmişti. Eğer Rabbinin işaret ve îkâzını görmeseydi, o da kadına meyletmiş olacaktı. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (bürhanımızı gösterdik). Şüphesiz o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı." (Yûsuf, 22-24)
Yûsuf -aleyhisselâm-, Allah Teâlâ'nın lutf u keremiyle manevî yardımlara nail olmuş ve böylece nefs-i emmâreyi temsîl mevkiindeki Züleyhâ'ya meyletmekten kurtulmuştu. Biz âciz kullar da, Cenâb-ı Hakk'a takva ile yönelerek, kendimizi nefsimizin şerrinden ve tehlikeli hâllerinden uzak bulundurmak mecburiyetindeyiz.
Yüce Rabbimizin, akıbeti fecî olan birtakım fiillerin, daha evveliyatına ait safhalarından bile kendimizi korumamızı emretmiş bulunması, bu hikmete binâendir. Meselâ, bir erkeğin helâl olmayan bir kadına şehvetle bakması, zinaya kapı aralayacağından, men edilmiştir. Diğer bütün mezmûm fiiller için de durum aynıdır.
Hakîkaten bu vak'a, büyük ibretlerle doludur. Zîrâ ebedî kurtuluşa bir bedel hükmündeki dünyevî imtihanları zor ve şiddetli kılan pek çok unsur, burada adetâ üstüste çakışmıştı. Şöyle ki:
Yûsuf -aleyhisselâın-, güzelliği dillere destan olacak kadar alâka çekici, melek gibi bir genç idi. Güzelliği karşısında kadınlar parmaklarını doğradıkları hâlde, hayranlıklarından bunu hissetmemişlerdi. Şayet Yusuf -aleyhisselâm-, çirkin ve şehevî duyguları körelmiş bir ihtiyar olsaydı, ne bu imtihan bu kadar zor, ne de bu hâdise bu kadar irşâd edici olabilirdi.
Buna mukabil Züleyhâ da, nefislerin en çok zebûnu olduğu üç vasfın; yâni servet, şöhret ve şehvetin şahikasında bulunuyordu. Şayet Züleyhâ da yaşlı veya çirkin bir kadın olsaydı, yine Hazret-i Yûsuf'un imtihanı bu derece zor olmaz ve bu hâdise, bu kadar müessir bir misâl teşkil etmezdi. Hâlbuki o da gençti, cemâl sahibiydi ve pek çok kimseyi kendisine ram edebilecek bir cazibeler meşheri halindeydi. Üstelik odanın kapısını da sımsıkı kilitlemişti. Böylece gizlilik ve tenhalığın, günâhları daha da kamçılayan hengâmında, Hazret-i Yûsuf'a şiddetli bir arzuyla:
"- Heyte lek! yâni «- Gelsene bana!»" diye seslenerek, çirkin bir fiile teşebbüs etmişti. Mukavemet göstermekte nice irâdeleri eritebilecek böyle bir manzara karşısında, Yûsuf -aleyhisselâm-'ın bile hayli güç bir vaziyette kaldığını Yüce Rabbimiz:
"Şayet bürhânımız (delil ve yardımımız) yetişmeseydi, o da meylediyordu." beyanıyla ifâde buyurmaktadır.

İşte Yûsuf -aleyhisselâm-, önüne serilen bunca dehşetli cazibelerin aldatmalarına kanmamak için "maazallah" diyerek, yegâne çârenin yüksek bir takva ile "Allah'a sığınmak" olduğunu ortaya koymuştu. Bu da ilâhî yardımın tahakkuk safhasına girmesi için, takvanın bir zaruret olduğunu göstermektedir. Yâni, nefs-i emmârenin şiddetli arzularına direnebilmek, ancak takva duygularının kuvvetlenmesi sayesinde mümkün olabilmektedir.
Hakîkaten bir erkeğin, hayatı boyunca karşılaşabileceği imtihanların en ağırlarından biri; gençlik, güzellik, servet gibi her türlü cazibe unsuruna sahip bir kadından, üstelik tenhalıkta gelen davet ve iltifata "hayır" diyebilmektir.Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şerîflerinde; hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyametin o çetin gününde, Allah Teâlâ'nın yedi sınıf insanı, arşın gölgesi altında barındıracağını bildirdikten sonra, bu sınıflardan birinin: "Güzel ve mevkî sahibi bir kadının beraber olma isteğini, «- Ben Allah'tan korkarım.» diyerek reddeden genç..."(Buhârî, Ezan, 36) olduğunu ifâde buyurmuşlardır.
Zîrâ insanın en büyük zaaflarından biri, iltifata mağlûb olarak, kendini muhafaza etme gücünü kaybetmesidir. Lâkin Hazret-i Yusuf'ta bu olmadı. Zîrâ, takvası ve terbiye edilmiş nefsinin kâmile makamında olması sebebiyle, ilâhî sıyânet onu korudu. Nefs-i emmârenin desîseleri karşısında onu güçlü kıldı.İbrete şayan diğer bir husus da şudur:
Züleyha, arzusuna tabî olmadığı takdirde Hazret-i Yusuf'u zindan ile tehdîd etmişti. Hâlbuki Yûsuf -aleyhisselâm-'ın arınmış nefsi ona takvayı ilham etmekte olduğu için o:
"Ey Rabbim! Zindan, onların beni davet ettiği şeyden daha sevimlidir." demişti.
Ayrıca O'nun Cenâb-ı Hakk'a ilticasında:
"Eğer onların hîlesini benden uzaklaştırmaz isen, ben onlara meyleden câhillerden olurum." diyerek, içine düştüğü vaziyetten kurtuluşun tek çâresi olan zindanı tercih etmesi, büyük bir takva nişânesiydi.Bu da gösteriyor ki, insanı günahlara sürükleyen bütün dünyevî cazibelerin "heyte lek" (gelsene bana) davetlerine mukavemet edebilecek yegâne güç, o anda kalbin "maazallah" diyerek sonsuz kudret sahibi olan "Allah'a sığınabilmesi"dir. Kur'ân-ı Kerîm'de nefs-i emmârenin âfetlerinden korunmaya karşı en güçlü silahın takva olduğu bildirilmektedir. Yine yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de nefsin hakîkatini gösteren bir vakıa da şöyledir:
Musa -aleyhisselâm-'a Tûr-i Sînâ'da peygamberliği tebliğ edildi ve müteakiben:
"«-Asanı at!..» (denildi). Musa (attığı) asayı yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. (Bunun üzerine:) «- Ey Musa! Beri gel, korkma! Çünkü sen emniyette olanlardansın.» diye nida olundu." (el-Kasas, 31)
Azîz ve Celîl olan Allah, Musa -aleyhisselâm-'a, kudretini o asada göstermişti. Musa -aleyhisselâm- da, asa vasıtasıyla Allah'ın kudreti ile ünsiyet etti. Allah, O'nu peygamber olarak tâyîn edip kendisine yakınlaştırarak konuşunca ve bazı mükellefiyetler verince, O'na hitaben şöyle buyurdu: "- Şu sağ elindeki nedir, ey Musa?" (Tâhâ, 17) Musa -aleyhisselâm- da: "- O benim asâmdır. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır." (Tâhâ, 18 ) şeklinde cevap verdi. Bunun üzerine Allah -celle celâlühû:"- Yere at onu, ey Musa!" (Tâhâ, 19) buyurdu. Hazret-i Musa, derhal emri yerine getirdi:
"Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi?" (Tâhâ, 20)
Bunu gören Musa -aleyhisselâm- kaçmağa başladı. Ancak:
"Allah buyurdu: «- Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk hâline döndüreceğiz.»" (Tâhâ, 21)
Bazı müfessirler, Musa -aleyhisselâm-'ın asasını yere atması ile ilgili âyetin işârî açıklamasında, bunun Hazret-i Musa'nın iç dünyâsına ait bir irşad sadedinde olduğunu beyân etmişlerdir.Musa -aleyhisselâm-, izafetleri, yâni fânî alâka, dayanak ve barınakları zikredince, Allah -celle celâlühû- bunların atılmasını emretti.
Nefs ve nefse bağlantılı olan şeyler, büyük bir yılan olarak temessül etti. Musa -aleyhisselâm-'a nefsin hakikati gösterildi. Korktu, ürktü ve ondan kaçtı. O'na işârî olarak adetâ şöyle denilmiş oluyordu:
"- Ey Musa, işte bu yılan, Allah'tan başka şeylere bağlılık vasfının tâ kendisidir. Bu nefsânî vasıf, şekillenmiş bir surette sahibine gösterilince, ondan ürker ve kaçar."
"Artık sen tevhîd sıfatı ile sıfatlanmışsın. Senin bir asaya dayanman, senin için kendisine dayanacağın, ondan yardım dileyeceğin ve istifâde edeceğin bir şeyin var olması, nasıl doğru ve yerinde olabilir?.. Nasıl olur da sen, o asa ile şöyle yapıyorum, ondan istifâde ediyorum ve onda benim için başka faydalar da var diyorsun?.. Tevhîd yolunda ilk adım, sebepleri terktir. Yâni mutlak tevekkül ve teslîmiyyettir. Her türlü talep ve istekten vazgeç!" Buyurulur ki:
"Hakk'ın nidasını işiten ve O'nun cemâlinin nurunu gören kişi, Allah'tan başka dayandığı her şeyi bırakır. Allah'ın fazl u kereminden başka hiçbir şeye dayanmaz. Bu şekilde nefsin arzularından ve desiselerinden sıyrılır."
Şu fânî rüya âleminin beş dakikalık sahte lezzetleri uğruna, hakîkî saadeti ve ebedî âhiret saltanatını terk ettirip insanı, âlâyı illiyyînden esfel-i sâfilîne düşüren de, yine nefs-i emmâredir.
Nefs-i emmâreyle malul bir insan, kendi kurtuluşuna yarayacak hakîkatler önünde dahî, inat ve kibirle diklenmekten, etrafındakilere ucub nazarıyla bakmaktan, yalan, dedikodu ve mâlâyâni ile meşguliyetten adetâ zevk duyar. Dînen nehyedilmiş çirkinliklerden kurtulamaz. Böyleleri, kısacık dünyâ hayâtının fânî ve nefsânî lezzetleri uğruna cennet ve Cemâlullâh'ı, ebedî saadet ve selâmeti terk edecek kadar akıl, idrâk ve iz'ânı dumûra uğramış, kalb gözleri perdeli, câhil ve gafil insanlardır.
Nefs-i emmârede rûh-i sultanî, tamamen rûh-i hayvânînin esîri hâline gelmiş, insanlık sıfatı kaybolup, hayvanlık sıfatı hâkim olmuştur. Bu gibi kimseler hakkında âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Andolsun biz, cinlerin ve insanların birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalbleri vardır, onlarla anlamazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da aşağı seviyededirler. İşte asıl gafiller onlardır." (el-A'râf, 179)
Böyleleri, dehşetli gaflet tuğyanı içinde hâlâ Allah'ın merhametine gereğinden fazla güvenerek kendilerini avutur, günahlara devam ederler.
Cenâb-ı Hakk'ın azabından emîn olmuş gibi: "- Canım, haramı haram bilerek işlemek küfre götürmez ya! Nasıl olsa birgün tevbe ederim!" düşüncesi içinde boş tesellîlerle oyalanır dururlar.Hâlbuki Cenâb-ı Hakk'ın îkâzı ne büyüktür: "Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah'ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın." (Lokman, 33)
İşte bu ve benzeri düşünceler, aslında, günahların kolaylıkla irtikâb edilmesini sağlamak ve bunu normal göstermek isteyen nefs ve şeytanın sinsi fısıltılarıdır.
Diğer taraftan, nefs-i emmâre gafletine dalmış kimseler, âhiretlerini kurtaracak hayır ve hasenat işlerine koşmakta tembel, kötülüklerden ictinâb etme hususunda ise kayıtsızdırlar. Şayet hasbe'l-kader küçük bir hayır işleseler, bunu gözlerinde büyütüp dâima bununla övünürler. Kendilerinden zuhur eden kötülüklerden zaman zaman ve bir nebze pişmanlık duyabilirlerse de, bu nedamet, onların hâl ve tavırlarında hayırlı bir değişikliğe vesîle olacak kuvvetten mahrumdur.
Bu mertebedeki bir mümin, tedâvîye muhtaç bir hasta gibidir. Onun nefs-i emmâreden kurtulup nefs-i levvâmeye geçebilmesi için, manevî tedâvîde tâkib etmesi gereken en mühim usûl ise, kendini ciddî bir surette hesaba çekmektir. Kul, azamet ve celâl sahibi Rabbinin herşeyi bilmekte olduğunu, kabirdeki suâlleri, mahşerdeki hesabı, Cehennem'deki şiddetli azabı düşünmeli ve tevbeye azmetmelidir. Fakat tevbe esnasında kul, Cenâb-ı Hakk'a münâcâtını, sâdece sözle değil kalben de pişman olup büyük bir samimiyetle îfâ etmelidir.
Dil tevbe ederken, fırsat düştüğünde yine o günahı işleme arzusu kalbde hâkimse, bu tevbe makbul olmaz. Bilakis bu, münafık tevbesidir ve hattâ tevbeye muhtaç bir tevbedir. Bir taraftan tevbe edip diğer taraftan da günahlara devam etmek, tevbe ile iltica edilen makamı hafîfe almak ve onunla istihza etmektir. Tevbe, gerçekten pişman olup, bir daha dönmemek üzere kötülüklerden vazgeçerek Cenâb-ı Hak'tan mağfiret dilemektir.
Diğer taraftan kul, nefs-i emmâreden kurtulmak için en azından zarurî olan şer'î ahkâma riâyet ederek kelime-i tevhidin ruh ve hakîkatinde derinleşmeye çalışmalıdır. Kalbde adetâ bir put hâline gelmiş bulunan ve kulu Rabbinden gafil bırakan bütün neva ve hevesler, daha "Lâ ilâhe" derken nefyedilip, Allah'tan gayrı bütün maksûdlar kalbden silinmelidir. Daha sonra da kalbin bu arınmış zemîninde "İllâllâh" hakikatini sâbitleyip, gönlün yalnızca Allah'a mahsûs kılınmasına gayret edilmelidir. Bu şekilde kul, acziyet ve hiçliğini idrâk ederek îmânında taklidden tahkîke doğru terakkî etmeye çalışmalıdır. İmânın kalbde gerçek mânâda mekân bulup kuvvet kazanması ise, kulu sâlih amellere ve netîcede ulvî mevkîlere sevk eder.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://hak-dostu.yetkin-forum.com
DELİDERVİS
Admin
Admin
DELİDERVİS

Erkek
Yaş : 55 Kayıt tarihi : 09/01/09 Mesaj Sayısı : 265

NEFİS TERBİYESİ Vide
MesajKonu: NEFS-İ LEVVAME   NEFİS TERBİYESİ Icon_minitimeCuma Şub. 27, 2009 9:57 pm

Nefs-i emmâresini pişmanlıkla hesaba çekip, onun çirkin hâl ve hareketlerinden kurtulmak için gayret gösterenler, nefs-i levvâmeye doğru mesafe alırlar.
Böyle kimseler, nefs-i emmâredeki gibi "nasıl olsa Allah affeder" düşüncesiyle avunma gafletinden nisbeten arındıkları için, kendilerini tesellî edemezler. Bu sebeple de nefslerini kınar, pişmanlıkla tevbe-istiğfâr ederler. İlmiyle âmil olamadığı için pişmanlık duyanlarla, ilim ve irfan meclislerinde gözyaşı döküp tevbe-istiğfâr ettikten sonra yine aynı kötülüklere dönenler de bu sınıfa dâhildirler.
Levm etmek, kınamak ve ayıplamak demektir. Nefs-i levvâme; yaptığı kötülüklerden, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gösterdiği ihmâl ve kusurlardan pişmanlık duyarak vicdanı muazzeb olan ve bu sebeple de kendisini şiddetle kınayan nefstir. Bu mertebede olan kişi, nefs-i emmâredeki fiillerin bâzılarından tevbe edip kurtulmuştur. Yâni gafletten bir nebze sıyrılmış ve günah arzusu azalmıştır. Ancak bu hisler yeterince olgunlaşmadığı için dayanamayıp tekrar günahlara düşmekten de kendini kurtaramaz.
Rûh-i sultanî, hayvânî ruhun esaretinden kurtulup ondan ayrıldığı için, günahların hemen akabinden pişmanlık zuhur eder. Kul nefsini kınar ve istiğfarda bulunur. Ancak nefs, henüz mağlûb edilemediğinden tevbede tam olarak sebatkâr olunamaz. Böyle kimseler, kötülüklerden vicdanen rahatsız olsalar bile, hâriçten gelen menfî tesirleri reddedebilecek dirayet henüz kendilerinde gelişmediği için günahlardan kurtulamazlar. Meselâ arkadaşlarını kıramadığı için onlarla birlikte günâha dalmak gibi...
Böyleleri, ekseriya yaptığı hasenat ile mesrur, işlediği seyyiât ile de mahzundur. Şehevî arzuların taşkınlıklarından kendini korumaya ve onlara direnmeye çalışmaktadır. Tevbe temayülleri kuvvetlenmiştir. Kalbin nuruyla bir miktar nurlanmış ve o ölçüde de gafletten uyanmıştır.
Bu kimselerin, Allah Teâlâ'nın emirlerine bağlılıkta ve sâlih amellerinde çoğalma görülür. Amelleri ekseriyetle Allah içindir. Ancak ilâhî ilhamların bahşettiği huzur ve sükûna tam manâsıyla kavuşamadıklarından, Allah için yaptıkları sâlih amellerinin halk tarafından bilinmesini de içten içe isterler. Yâni nefs-i emmârenin bâzı kötü huyları devam etmekte, ancak kul bu hâlinden dolayı kendini kınamaktadır.
Nefsin vâsıl olduğu bu merhalenin ismi, Kur'ân-ı Kerîm'deki: "Levvâme (pişmankâr) nefse kasem ederim..." (el-Kıyâme, 2) âyetinden gelmektedir.
İnsanın kendi nefsini levm etmesi, yâni onu şiddetle kınaması, sırf kuru sözlerle vuku buluyorsa, bunun umulan netîceyi hâsıl etmeyeceği aşikârdır. Zîrâ "levvâme" ve "emmâre" mertebeleri arasında gayet hassas ve ince bir sınır vardır. Kişinin, nefsini azıcık levm etmesi (kınaması) sebebiyle içinde bir kibir hâli beliriyorsa, orada hâlâ gizli de olsa nefs-i emmârenin hükümranlığı devam ediyor demektir. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak: "Andolsun ki insanı biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını da biliriz. (Zîrâ) Biz ona şah damarından daha yakınız." (Kâf, 16) buyurmaktadır.
Bu itibarla insan, nefsini levm ederken bile, nefs-i emmârenin gizli desîselerinden ve kendisini emniyette hissetmek gafletinden şiddetle ictinâb etmelidir.
Çünkü bâzı insanlar tevazuu, fıtratlarının bir îcâbı olarak değil, kendileri hakkında "mütevâzî" dedirtmenin nefsânî tatminkârlığı maksadıyla mütevâzî bir tavır takınır, nefislerini levmederler. Bu samimiyetsiz ve riyakâr hâl, aslında "tevâzuun fahrı" ndan (Tevâzuun fahri: Tevazu vasıtasıyla övünme. Meselâ, kendini gösterme meyli içinde: "- Ben fakir, âciz, ancak üç günde bir hatim indirebiliyorum." gibi ifâdeler bu kabildendir.) ibarettir.
Tevbede sebatkâr olup kötü fiillerden arınabilmek, ancak manevî terbiye ile mümkündür. Levvâme mertebesindeki nefs, şayet manevî terbiye altında ve sâlihlerle birlikte bulunuyorsa, kötü fiillerden kurtulur. Fırsat bulunca bunlara tekrar dönmez. Ancak kalbde kin, hased, kibir gibi bâzı kötü huylar kalır.
Levvâmeden kurtulup mülhemeye geçiş, yine manevî terbiyenin mühim bir usûlü olan "râbıta"ya devamla olur. Yâni her hâl ve tavırda haramlardan sakınmak ve ilâhî emirlere riâyet etmek üzere, kendisine söz verdiği ve manevî terbiyede rehber bildiği mürşid-i kâmilin, manen ve her an elinden tutmakta olduğu şuuruyla ve bu gönül beraberliği duygularıyla hareket etmelidir.
Nefsini dâima hesaba çekmeli, kendisinde hangi kötü ahlâk varsa bunların herbirini tedricî bir surette terk etmeye azmedip tevbe etmelidir. Daha sonra da bu kötü huyların tersi ve mukabili olan güzel ahlâk ile ahlâklanmaya çalışmalıdır. Meselâ kibre mağlûb biriyse, tevazu ve mahviyete bürünmelidir. Kin ve hasedle malul biriyse, mümin kardeşlerini kendisinden üstün görüp, onların kusurlarından önce kendi kusurlarıyla meşgul olmalıdır. Müminin mümin için bir ayna olduğunu, kötü gözle baktığında kötülükler; iyi gözle baktığında ise güzellikler göreceğini düşünmeli ve nefsini müminlerin güzel yönleriyle meşgul etmelidir.
Yine bu mertebede zikrullâha devam edip mâsiyete karşı agâh bulunmalı ve kalb âlemini muhabbetullâh nurlarıyla aydınlatmaya gayret etmelidir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://hak-dostu.yetkin-forum.com

NEFİS TERBİYESİ

Önceki başlık Sonraki başlık Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var: Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
GONULAHVALLERI :: TASAVVUF :: TASAVVUF ACILIMI -
Yetkinforum.com | ©phpBB | Bedava yardımlaşma forumu | Suistimalı göstermek | Son tartışmalar